Yaşam-Ölüm

Belki klişe olacak ama yaşamın güzelliği ölümde hatırlanıyor. İzmir'de memleketten uzak sürekli olarak genç insanlarla çevrili bir şekilde yaşarken ölüm olgusuyla fazla karşılaşmıyor insan. Memlekete gidince insanın etrafı birdendire ölümle çevriliyor. Bir şekilde vefat eden biri ve onlara baş sağlığı dileme ziyaretleri sarıyor insanı. Ölümün ne kadar acımasız ama yaşamın ne kadar güzel olduğunu korkutarak hatırlatıyor insana. "Memento mori" (Ölümü hatırla)'daki duygusal ve gerçekçi felfese geliyor insanın aklına.

Her tatilimde mutlaka annem, babam, aile fertleri birilerine başsağlığına gidiyor. Ölümle bütünleşiyor memleket insanın zihninde. 25 yaşında insana büyük bir korku yaşatıyor yaşam mağarasının sonuna yaklaşma hem de hızlı bir şekilde yaklaşma hissi. 10 sene sonra olması gereken 35 yaş bunalımı erken başlamış gibi? Sürekli ölümü düşünüyor, yakınları kaybetmekten korkuyor. Yaşam niye bu kadar acımasız olmak zorunda? Veya insanlar niye bu kadar sorgulayıcı olmak zorunda?

Biyolojik yaklaşımla ölüm ve hastalık doğanın o kadar doğal bir parçası ki, nesillerin devamı ve "başarılı" bir şekilde devamı için o kadar gerekli ki, mantıksal yaklaşan herkes doğal karşılıyor. Ama işte insan olmanın dayanılmaz zorluğu belki de duygularımızın bu kadar yoğun olmasında yatıyor. Ölüm her zaman bir kayıp halinde algılanıyor. Evet kişisel olarak bir kayıp ama neslin devamı için gerekli bir kayıp. Daha "başarılı" bireylere yer açmak için.

Ölümden sonrası belki de inançların en önemlisi. İnsanların belki de "yaratan" fikriyle beraber inanmaya başladığı ilk inançlardan. Kaybedilenle tekrar bir araya gelme ihtimali insanı yaşama bağlayan ve ölüme alışmayı kolaylaştıran önemli bir etken olsa gerek. Bu inanç eksikliğini ciddi anlamda hissediyorum.

Hiç yorum yok: