İstanbul Tekrar Yeniden

İstanbul'a her gidişimde yazacak bir şeyler çıkıyor. Bu gidişimin amacı bir arkadaşın düğününde bulunabilmek ve Osman ve Mehmet ile görüşebilmekti. Cumartesi ve Pazar günüm yine İstanbul'da geçti. Cumartesi günü akşamı düğün vardı, ancak elbette düğünden önce biraz dinlenip Osman ve Mehmet ile beraber İstiklal caddesi ve çevresinde takılmamak olmazdı. Çıktık ve "Kahveci Mustafa Amca Jeans"'te çay ve kahve içtik. Aşağıdaki parlak fotoğraf bu sefamız sırasında çekildi. Ben ve Osman özellikle ellerimizi asker misali Mehmet'in omuzuna attık :) Hafif bir asker hatırası havası katabilmek için :D



Oradan çıktıktan sonra biraz daha İstiklal'de dolaşıp yemek yemek için Canım Ciğerim Bilmem ne usta'da oturduk biraz. Ve bu oturuş servisin hızından dolayı biraz uzun sürdü :) Üstümüz başımız buram buram duman koktu. Vaktimizi aşınca düğün hazırlıklarına başlamak için (sanki biz evleniyoruz, ne hazırlığı sadece pantolon gömlek giyilecek) eve döndük. Hazırlandıktan sonra ne hale geldiğimizi gösterebilmek için ikinci asker fotoğrafımızı çekildik. Aşağıda bu muhteşem fotoğrafı görebilirsiniz :D



Benim asıl anlatmak istediğim kısım düğün kısmı aslında. Böyle uzun bir yolculuk ve değişik düğün salonunu uzun zamandır yaşamamıştım. Düğün Sophia Çengelköy adlı düğün salonundaydı. Elbette adresi almıştık ama düğün salonunu bulabilmek için Boğaziçi köprüsünden Üsküdar'a kadar gittik, oradan dolandık yine Boğaziçi köprüsüne döndük, altından Çengelköy'e geçtik. Bir kaç kişiye sorduktan sonra tam düğün salonunun önüne geçtik. Böylece hayatımda ilk defa gittiğim Anadolu yakasının sahilini şöyle bir arabanın içinden görmüş oldum. Planımız istediğimiz gibi işlediği gibi, tam saat 20'de salona vardık.

Bayağı ayrıntılı anlatıyorum ama düğünü kaçıran arkadaşlarımızın hayıflanmasını istiyorum (hangi arkadaşlar, onlar kendilerini bilirler :) )

Şimdi düğün salonu dışarıdan oldukça güzel gözüktü. Yukarıda verdiğim bağlantıda ayrıca salonu inceleyebilirsiniz. İçeri girdik; güzel, nezih ve geniş bir ortam. Yuvarlak masalar, içeri geçince zaten bizi tanıyan biri karşıladı (Bizi tanıyanlar oldukça az olduğu için bunu vurgulamak istedim). Hemen Ege Bilmuh tayfasının oturduğu masaya götürüldük ve oraya yerleştik. Bir selamlaşma, konuşma faslından sonra gelin damatın içeri gelme zamanı geldi. Anons yapıldı ve biz var olan bütün kapıları gözlerimizle araştırmaya başladık. Fakat beklediğimiz gibi çıkmadı, gelin ve damat uçan bir gondolun (aşk kayığı imiş adı :D, bana nedense Cehennem Kayığını hatırlattı, acaba bilinçaltında evlilik'i bir cehennem olarak mı görüyorum acaba :S :D ) içinde havadan geldiler. Döne döne piste inen gondol havadayken damatın ellerini siyasiler gibi sallaması da hoş bir anı olarak aklımızda kalacak :) Evet, düğün salonunun güzelliği bununla da bitmiyor. Kısa film atölyesine devam eden Osman kamera mekanizmasını görünce, biz de bundan bir tane alsak diye düşünmeden edemedi. Kamera Crane denen sistemi kullanıyordu. Ayrıca çekilen görüntü doğrudan bir ekrana yansıtılarak davetlilerin izlemesi sağlanıyordu. Neyse, işte yemek servisi de iyi olunca insanın zevki artıyor. Normalde bir düğünden bu kadar zevk almak kolay değildir. Çoğu erkek gibi sadece kamerada gözükmek için çıkıp bir iki kere oynadık. Ve çoğu evlenmemiş erkek gibi damata düğün kalitesini arttırdığı için sitem ettik. Biz şimdi müstakbel gelin adaylarımızı daha düşük bir düğün için nasıl kandıracağız :D

İkinci gün tamamen yürümeye yönelik geçirdiğimiz bir gün oldu İstanbul'da. Güzün bütün görkemiyle şehrin üstünde olduğu bu dönemde benim en büyük isteğim ağaçların bol bol yaprak döktüğü bir yerde yaprakları çıtırdatarak, sorunlu olarak geçirdiğim Ekim ayını, muhteşem Kasım ayına başlayarak geride bırakmaktı.

Mehmet ile beraber Tophane'ye inerek, ilk defa oraları ziyaret ettik. Mimari yapıları inceledik ve oradan Tramvay kullanarak (Tramvay beklerken yanlış yöne binmemiz de, yanlış tramvay gelirken Mehmet'in tramvayı çek demesi de güzeldi, tabi geç te olsa kafamız çalışmaya başladı ve yanlış tarafta beklediğimizi anladık :) ) Sultanahmet'e giderek daha önce görmediğimiz Yerebatan sarnıcını ziyaret ettik. Şansımızdan bir kafileye denk geldik, biraz kalabalık bir ziyaret oldu ama böyle inanılmaz bir sarnıcın nasıl inşa edilmiş olabileceği sorusu aklımda döndü durdu. Osmanlılar'ın sarnıcı buldukları zaman ne olduğunu anlayamamaları da ayrı bir not olarak aklımın bir köşesine yazıldı. Daha sonra oradan yürüyerek Eminönü'ne inmeye karar verdik. Bunu tamamen Eminönü çarşısı ve Galata köprüsünü yaya geçmek için yaptık. Sultanahmet'ten, Karaköy'e kadar yürüdük. Ve doğru bir karar alarak Gülhane parkının içinden geçtik. Ağaçlar boldu ve yapraklarını dökmüşlerdi :)

Parka girerken közlenmiş mısırımızı da almayı unutmadık. Tabi her zamanki gibi İstanbul'da mısır satıcısı gibi ilginç insanlarla karşılaşmasak olmuyor. Mısırı bize kağıtla veriyordu, biz yaprak istedik, alın dedi biz de doğrudan aldık. Tuzlamasını istedik sallayan yoktu biz de tezgahtan tuz şişesini alıp kendimiz tuzladık. Adamın ne amaçla orada olduğunu çözemedik :D Daha sonra Gülhane parkına girince, iki erkek olarak girdiğimize biraz pişman olduk :D gidilebilecek tüm yollardaki banklar çiftler tarafından işgal edilmişti. Gerçi Yerebatan sarnıcının gözden ırak bir noktasında bile gizlenmiş bir çiftle karşılaşan bizler için bu çok şaşırtıcı olmadı (o gizlenen çiftin biz onlara yaklaşınca - fotoğraf çekmem gerekiyordu - tamamen alakasız bir konuda sohbete başlamaları da ilginçti tabi). Neyse, işte aşağıda göreceğiniz fotoğraftaki kişi benim, ve Gülhane parkında çekildi. Hoşgeldin güz diyebilmek için özellikle bu fotoğrafı çekildim. Burada yaprak çıtırdatma eylemini bana hatırlatan ilgili blog yazısını belirtmeden geçemeyeceğim.



Karaköyden yine İstiklal caddesine dönüp, son İstanbul gidişimde yaptığım gibi (Ekim başında gitmiştim) Mehmet ile beraber geberene kadar Cihangir, Beyoğlu, İstiklal caddesi olmak üzere dolaştık durduk. Bu Beyoğlunda dolaştıkça her seferinde yeni bir şeylerle karşılaşıyor insan. Yeni mekanlar, yeni binalar görüyor. Oldukça eğlenceli, ama bir o kadar yorucu bir deneyim :D

Bu kadar yazdım ama size ne faydası olur bilmiyorum. Zaten İstanbul'da yaşıyorsanız, bütün bunlara fırsat buluyorsanız yapmadan duramıyorsunuzdur. İşte İstanbul'da yaşıyorsanız ama bunlara fırsat bulamıyorsanız terkedin İstanbul'u, başka şehire taşının hafta sonları bunları yapabilmek için İstanbul'a yolculuk edin :)

4 yorum:

Adsız dedi ki...

:) yaprak çıtırdatmak nasıl, eğlenceli miydi? tam da kuru yaprak bulunabilecek bir güne denk gelmiş. hafta sonunun açık havasından sonra, şimdi kent yağmura teslim.. zihin boşaltmak için de etkili bir aktivite ama, birçok şeyi yapma telaşında olunan bir günde değil de; sakin, az planlı bir günde yapılınca daha leziz olabiliyor. benim için zevkli sonbahar ritüellerinden biri..

trafiği, karmaşasıyla maalesef güzel yanları görülemez hâle gelinebiliyor ama, yine de yaşanası bir kent, istanbul..

T. E. Kalaycı dedi ki...

Uzun zamandır gerçek anlamda bu kadar kalabalık yaprak kümeleriyle karşılaşmamış olduğum için yaprakları görünce çocuklar gibi sevindim :) Ve üzerlerinde yürümek oldukça eğlenceliydi.

Osman Rastgeldi dedi ki...

Yalnız o ne fantastik bir düğündü ya, hala etkisindeyim. Tebrik etmek lazım ev sahibini böylesi bir organizasyon için...

Mehmet KIŞ dedi ki...

Çok güzel vakit geçirdik, ortak görüşümüz; "insan böyle günleri çok az yaşar ömründe" idi.

Emre detaylarıyla güzelce yazmış. Yazıyı uzun bulan arkadaşlarım en azından son cümleyi okuyun lütfen.

Bu arada Yerebatan Sarnıcı ile ilgili bilgiye buradan ulaşabilirsiniz:
http://www.yerebatan.com